07 Temmuz 2006

"HAYIR. O İŞİ SEN YAPMALISIN!"

5
Yakaladığım elini bırakmadım, bırakamadım.
Yanımda sen, benim için en önemli olan varken, aç acına dolaşmak olur muydu? Ama nedense aç karnımdan önce, kalbim harekete geçiyor; “Haydi eli elindeyken, onu bir kere daha öp!” diye beni yüreklendiriyordu.
Güneş nazlanmayı, sislerin arkasında gizlenmeyi tamamen aklından çıkarmış, ikimizi de daha aydınlık bir gülümsemeyle selamlıyordu. Ayrılık günlerimizde kahrımızı az mı çekmişti? Sevincimize o da katılmak istiyordu besbelli.
Hiç beklemediğin bir anda, çekinip kaçınmaya da fırsat bulamadığın bir anda, uzanıp yanağından öpüverdim seni. İtiraz etmesen de kızdığını, yanaklarına düşen kırmızılıktan anladım.
- “Besbelli, acelesi ne ki?” diye düşünüyordun.
Suya dalıp çıkan kuğular, ikimiz için kurtarıcı oldular. Yan yana durup, uzun zaman hiç konuşmadan, kuğu çiftinin hareketlerini izledik. Bu izlemenin altında; “Nereden nereye geldik? Şimdi hangi noktadayız?” sorusuna karşılık bulma isteğimiz yatıyor olmalıydı.
Bu arada güneş, yakıcı yüzünü de göstermeye başladı. Sebebini daha çok güneşe yıktığım bir terlemedir, hafifçe de olsa yokladı beni. Hangi arada mendilin alnımdaydı birden? Kestiremedim. Salkımsöğüt dallarının arasına gizlenmiş ötücü kuşlardan birkaçı, aniden havalandılar. Kanat çırptılar, kısa aralıklarla gide gele birbirlerine cilve yaptılar, ötüştüler. Bir şeyi sezdim bu ara. Bu kuşlardan hiçbiri de sana selam gönderdiğim kuşlardan değildi. Kanada kazları ya da turnalar, şimdi hangi baharlardaydı acaba? Hangi yüreği yanmışların çağrılarına koşmuşlardı kim bilir? Ama o ötücü küçük kuşlar var ya, her şeye rağmen yine de sevimliydiler.
Güzelim yeşili arkada bırakarak parktan çıktık, ana caddeyi tuttuk. Az ileride “Alperen Doyumevi ve Kahvaltı Salonu”nu gördüm.
- İstersen sipariş listesini şimdiden hazırla, dedim.
- Hayır. O işi sen yapmalısın!
Ana cadde hareketlenmişti. Onca insan, bu kadarcık kaldırama nasıl sığabiliyordu? Ya sanki birbirine bağlıymış gibi akıp giden, türlü boy ve renkteki araçlar? Kaldırımları dolduran insanların çoğuna, şöyle ya da böyle, saçlarına ya da alınlarına bozkır rengi vurmuştu. Öne arkaya, sağa ya da sola koşuşturan binlerce insan; başkentin çehresini tanıtmak isteyen birer aynaydılar sanki. Aralarındaki yabancı renkler, hemen göze çarpıyordu. Biz de bu insanların oluşturduğu selin bir parçası olup çıkmıştık.
- Öyle olsun, dedim.
Kafamdaki kahvaltı listesindekileri de sıralayıp geçtim bu ara.
- Süt, simit… Yeşil ve siyah zeytini de unuttuğumu sanma. Üstelik yanımda çökelek de var. İstersen çingene pilavı da yaptırabiliriz.
- “Orhan, Orhan!” dediğini duydum.
Sanki “seni seni” der gibiydin… Belki de bazı şeyleri unutmamış olmamın sevinci vardı içinde.
- Gerçi hemen yola çıkacağız ama, beyaz şaraba ne dersin?
Birdenbire doyum evinin kapısında bulduk kendimizi. Açık kapıdan içeri girdik.